'Büyüme' söylemleri ve gerçekler
Türkiye ekonomisi 2011 yılının ilk üç ayında geçtiğimiz senenin eş dönemine görece yüzde 11 büyüme gösterdi. Büyümenin aslında yurt dışı sıcak para akımlarınca sürüklenen ve dış borçlanmaya dayalı bir konjonktürün eseri olduğu; ve bu biçimiyle kırılgan ve çarpık bir sanayileşme stratejisini yansıttığı yorumları etraflıca dile getirildi. Biz de bu ayki yazımızda önce "büyüme" olgusunu ele alacağız; daha sonra da veriler ışığında Türkiye gerçeklerini tartışacağız. Önce şu "ekonomik büyüme" konusunu yakından tanıyalım.
Ekonomide "Büyüme" Kavramı
"Büyüme" konusu iktisadın göreceli olarak "yeni" meselelerinden biri. Hatta daha ileri giderek, "pek de iyi anlaşılmayan bir konusu" olduğunu iddia edebiliriz. Gerçek şu ki, ekonomik büyümenin kaynaklarını ve nedenlerini açıklamakta iktisatçılar çok başarılı değiller.
Önce dünya tarihine bir göz atalım. Gördüğümüz manzara şaşırtıcıdır. Şöyle ki, toplumların ekonomik olarak büyümeye geçmesi topu topu sadece 200- 300 yıllık bir hadisedir. Ardı ardına iki küreselleşme sürecinin yaşandığı son 250 yıllık iktisat tarihinin en belirgin ortak özelliği ise iktisadi büyüme oranlarındaki sıçramalarda görülecektir. Dokuma tezgâhlarındaki baş döndürücü teknolojik gelişmeler 1730'larda başlamış; bunları demiryolları (1820'ler) ve buhar gücüne dayalı okyanus ötesi gemi taşımacılığı (1840'lar) izlemiştir. Söz konusu yıllarda işgücünün komposizyonu süratle nitelik değiştirmiş ve örneğin İngiltere'de sanayi sektörlerinde çalışan işgücünün oranı 1800'lerin başında % 30'a; 1840'ta % 47'e; 1870'te de % 49'?a ulaşmıştır (Baldwin ve Martin, 1999).
Bu gelişimin iktisadi büyüme üzerine olan etkilerinin ise birbirinden peş peşe kopuşlar sergileyen sıçramalar şeklinde olduğu görülmektedir. Örneğin, 1800'lerin başına kadar neredeyse sabit olan ve ancak geçimlik (subsistence) düzeyde bir gelir sağlayan büyüme oranları, 19. yüzyıl boyunca ivme kazanmış ve yıllık ortalama % 2'lik hadlerinden, 20.yüzyılı ikinci yarısında yılda % 3'ün üzerine taşmıştır. Bu süreçte dünya kapitalizminin lideri konumundaki ülkenin ulaştığı büyüme oranının her defasında bir öncekinden daha yüksek olduğu görülmektedir. Örneğin dünya kapitalizminin 1580-1820 arasında önderi konumunda olan Hollanda'nın büyüme hızı % 0.2 iken, 1820-1890 arasında önder İngiltere'nin yaşadığı büyüme hızı % 1.2'dir. 1890'dan başlayarak dünya kapitalizminin hegemonik gücü haline dönüşen ABD 1890-1990 arasında yıllık ortalama % 2.2 oranında büyüme göstermiştir (Parente ve Prescott, 1993).
Aşağıda Şekil 1, kapitalizm ile birlikte yaşanan iktisadi büyüme olgusunu, insanlık tarihindeki önemli teknolojik atılımlar ile birlikte sunmaktadır. Şekilde dünya ortalama geliri 1990 sabit fiyatlarıyla dolar bazında ölçülmektedir. Veri kaynağı iktisat tarihçisi Agnus Maddison'un iktisadi büyüme yazınında büyük yankı uyandıran ve sık sık referans olarak gösterilen The World Economy başlıklı kitabındaki tablolardan alınmıştır.
Şekil başlangıç tarihi olarak Anno Domini'yi ya da başka bir deyişle "0" yılını alıyor. Ama bu tarihten önceki yıllar da insanlık tarihine ilişkin önemli dönüm noktaları bakımından gösterilmiş bulunuyor. Geriye dönüp baktığımızda, 1820 sonrası büyüme oranının sürekli ve düzenli olmadığını görüyoruz. Önceleri Britanya, sonralarıysa Almanya ve Fransa'nın başını çektiği Batı Avrupa ile bunların yavruları (tarihçilerin ABD; Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda için kullandığı terim), hızlanan ve sürekli bir büyümeye sahip oldular. Gerçek kişi başı hasıla ortalaması 1820-1900 yılları arasında, Batı Avrupa ve onun yavrularında sırasıyla yıllık %1.1 ve %1.5 oranlarıyla büyüdü. Uzun 20. Yüzyıl boyunca, 1900-1992 arasında (Giovanni Arrighi yüzyılı bu şekilde niteliyor), bu iki coğrafyanın büyüme oranı sırasıyla %1.9 ve %1.8 oldu. (Tablo 1'e bakınız.)
Şekil 1. Dünya Ekonomisinde Büyüme ve Teknolojik Gelişmeler
Kaynaklar: Maddison (2006); Yeldan, Erinç (2008) Küreselleşme Kim İçin? Yordam kitap.
Aşağıda 1 No'lu Tablo ise kapitalizmin sözünü ettiğimiz son 250 yıllık tarihçesinde çeşitli evreler altındaki ortalama büyüme hızlarını sergilemektedir. Tablo'nun Summers-Heston (2007) ve Maddison (2006) çalışmalarından derlediği veriler, 1950-1973 arası olarak verilen ve iktisat tarihçileri tarafından altın çağ diye adlandırılan dönemde büyüme hızının dünyanın tüm bölgelerinde yükselmiş olduğunu vurgulamaktadır.
Tablo 1. Kapitalizmin İş Çevrimleri ve Küreselleşme Dalgaları
Yeldan, Erinç (2008) Küreselleşme Kim İçin? Yordam kitap.
Tablo 1 ve Şekil 1'de yer alan ve gösterilen verilerinden iki genelleme yapılabilir:
Birincisi, hasıla ve nüfustaki büyümenin1820'den bu yana olağanüstü hızlı olmasıdır. 1820'den 1992'ye kadar dünya geliri 40 kat, nüfus 5 kat, kişi başı gelir 8 kat ve devletler arası ticaret 540 kat artmıştır. Hızlı büyümenin yanı sıra istihdam ve hasılanın yapısında da önemli bir kayma gözlenmektedir. Uzun yirminci yüzyıl boyunca "Batı"nın önde gelen devletleri önce tarıma dayanan bir yapıdan endüstriye dayanan bir yapıya (1820-1960lar), sonra da endüstriye dayanan bir yapıdan yüksek teknoloji/hizmetler merkezli bir yapıya dönüşmüştür (1960'dan günümüze). Birincil tarım alanında istihdam edilen işgücü oranı, büyük batı üretim merkezlerinin hepsinde 1820'lerden bu yana düşmüş durumdadır; endüstride istihdam edilen işgücü oranı da 1960'lara kadar düzenli olarak artmış, bu tarihten sonra ise azalmaya başlamıştır. Hizmet sektöründeki istihdamın artması ise hemen hemen otomatik olarak gerçekleşmiştir.
İkincisi, büyüme hızı hep aynı olmamıştır. Global kapitalizmin endüstri sonrası tarihi, genişleme-durgunluk-kriz şeklinde şiddetli döngülere sahip beş ayrı döneme tanık olmuştur:
1820-70: Hobsbawm'ın (1995) adlandırdığı şekliyle devrim çağı olan bu dönemde, kişi başı GSH yükselmeye ve Batı, yavruları ile birlikte dünya piyasalarına egemen olmaya başlamıştır.
1870-1913: Bu dönem 19. Yüzyıl küreselleşmesinin doruk yaptığı bir dönemdir. Göreli olarak barışcıl geçen ve refahın arttığı bu dönemde kişi başı gelirin büyümesi hızlanmıştır.1970 sonrasından günümüze uzanan 20. Yüzyıl küreselleşmesinin öncüsü olan bu dönem Birinci Dünya Savaşı'nın çıkışıyla birlikte aniden kesintiye uğramıştır.
1913-1950: Bunalım ve savaş dönemi olmuştur. Dünya haritasında sınırlar yeniden çizilmiştir; sermaye yeniden üretilmiş, yaratılmış ve egemenliğini ilan etmiştir. Aynı zamanda Sovyet sisteminin başını çektiği sosyalist bir yapının rekabeti ile de karşılaşmıştır.
1950-1973: Dünya eşi görülmemiş bir refaha tanık olmuştur. Ülkelere arası ticaret yılda %7 oranında artarken dünya geliri yılda %2.9 artmıştır. "Sosyalist seçenek" tehdidinin yükselmesi ve Afrika ve Asya'nın eski sömürgelerinde bağımsız devletlerin kuruluşu ile birlikte endüstrileşmiş batıda sermaye ile emek arasında işbirlikleri belirleyici olmuştur. Keynes'çi paketlerin uygulanması ile ulusal politikalarda öncelik bilinçli olarak istihdama ve talep temelli büyümeye verilmiştir. Kitlesel tüketim ürünlerine yönelik kitlesel üretimi olanaklı kılan Fordist üretim teknolojileri, bütün dünyada endüstrinin görülmemiş şekilde büyümesine neden olmuştur; öyle ki bu dönem kapitalizmin "altın çağı" olarak adlandırılmıştır.
1973-'den günümüze: Altın çağın ileri gelen endüstrileri olgunlaştıkça karlılık düşmeye başlamıştır; sermaye birikimi yavaşlamış, önce 1974 ve 1979'daki iki petrol şoku ve sonra da 1980'lerin borç krizlerinden sonra ciddi krizler patlamıştır. Bu arada, üretim tesisleri, işgücünün yoğun ve ucuz olduğu, çevresel standartların gevşek olduğu Çin, Hindistan ve Uzak Doğu'nun diğer bölümleri ile Latin Amerika'ya kayarken kapitalizmin ileri gelen merkezleri bilgi temelli hizmet ekonomileri durumuna gelmiştir. Endüstrileşmeden kurtulma dünyanın finansallaştırılması ile aynı zamana denk düşmüş ve bu durum "20. yüzyıl küreselleşmesi" şeklinde ifade edilmiştir.
Buraya kadar aktardığımız veriler birbirine bağlı birkaç gözlemi birden bizlere sunmaktadır: Öncelikle, iktisadi büyümenin insanlık tarihinde oldukça "yeni" bir olgu olduğu gözükmektedir. İnsan toplulukları binlerce yıl boyunca geçimlik düzeyde ve neredeyse sıfır düzeyindeki büyüme ile durgunluk içinde yaşamışlar; sanayi devrimi diye anılan bir ivmeleme ile birlikte önce göreceli olarak küçük ama pozitif, daha sonra da hızla artış gösteren ekonomik büyüme hızları elde etmişlerdir. İkinci olarak, kapitalizmin bir nüve olarak önce İtalya, Hollanda ve Belçika'nın "küçük" şehir ekonomilerinde yeşermesi; bunu izleyen yüzyıllarda sanayi devriminin önce İngiltere'de daha sonra da Avrupa ve Kuzey Amerika'da yaşanması ve teknolojik yeniliklerin sıçramalar ile bugünlere değin sürmesi son derece karmaşık süreçleri yansıtmaktadır. İnsanlık tarihi açısından "görece önemli" buluşlar tarihsel olarak ne Avrupa coğrafyasına özgü, ne de kapitalizm-sonrası dönem ile sınırlıdır. 1970 sonrasında yaşanan 20. yüzyılın yeni küreselleşme dalgası ise teknolojik açıdan ne ilk, ne de son sözdür.
Türkiye Ekonomisinde Büyüme
Şimdi sözü ülkemize getirelim. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Ekonomik ve Sosyal Göstergeler adlı son yayınında Türkiye ekonomisinin tüm Cumhuriyet dönemi boyunca sergilediği milli gelir rakamlarını enflasyondan arındırarak, 1998 sabit fiyatlarıyla bizlere sunmaktadır. Söz konusu rakamlardan hareketle Cumhuriyet tarihini Korkut Boratav hocanın ayırımıyla dört ana alt döneme ayırmaktayız. 2 No'lu Tablo bize böylesi bir dönemleştirme sunuyor. Bizleri daha çok ilgilendiren dönemler ise kuşkusuz, 1998 sonrasında IMF ile imzalanan Yakın İzleme Anlaşması ve güncel olan 2003 sonrasındaki AKP iktidarı dönemidir.
Türkiye ekonomisinin AKP idaresi altında (2003 - 2010) arasındaki yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 4.6 düzeyindedir. Bu oran Türkiye ekonomisinin tüm Cumhuriyet tarihi (1923- 2010) boyunca sergilediği genel ortalamadan anlamlı bir farklılık göstermemektedir (yüzde 4.5). Dahası, Türkiye için 2001 sonrasında IMF tarafından biçilen yılda ortalama yüzde 5 büyüme hedefinin de gerisindedir. Eğer, Türkiye ekonomisinin büyüme ortalamalarını IMF programının tam anlamıyla uygulamaya konulduğu 1998 sonrasından başlatırsak, neoliberal modelin büyüme hızı yüzde 3.4'e gerilemektedir.
Dolayısıyla, Türkiye ekonomisi neoliberal program altında, gerek tüm dönem boyunca, gerekse AKP iktidarı özelinde geleneksel ortalama hızını aşan bir büyüme sergilememiştir. Bu saptamaya bir karşı yorum olarak Türkiye'nin son dönemde 2008/2009 krizlerinden olumsuz olarak etkilendiği; ancak söz konusu krizlerin Türkiye'den kaynaklanmadığı ve dışarıdan gelen şokların yansıması olduğu savlanabilir. Oysa, 2008/2009 krizinin yapısal nedenleri aslında zaten tüm 2000'li yıllarda gerek Türkiye'de, gerekse kapitalizmin tüm merkez ekonomilerinde uygulanmakta olan finansallaşma ve spekülatif rantiyer birikim modelinin doğrudan bir sonucuydu. Türkiye'nin (ve tüm küresel ekonominin) 2001 sonrası genişlemesi kadar, 2008/2009 krizi de aynı politikaların kaçınılmaz ürünüydü.
Tablo 2
Dolayısıyla, Türkiye ekonomisi neoliberal program altında, gerek tüm dönem boyunca, gerekse AKP iktidarı özelinde geleneksel ortalama hızını ancak tutturabilen bir büyüme sergilemiştir. Bu gerçek karşısında resmi yaklaşım, 2008/2009 krizinin Türkiye'den kaynaklanmadığı ve dışarıdan gelen bir şokun yansıması olduğunu söyleyecektir. Oysa, 2008/2009 krizinin yapısal nedeni aslında zaten tüm 2001 sonrasında gerek Türkiye'de, gerekse kapitalizmin tüm merkez ekonomilerinde uygulanmakta olan finansallaşma ve spekülatif rantiyer birikim modelinin doğrudan bir sonucuydu. Türkiye'nin (ve tüm küresel ekonominin) 2001 sonrası genişlemesi kadar, 2008/2009 krizi de aynı politikaların kaçınılmaz ürünüydü.
BÜYÜME, KİM İÇİN?
Ancak, söz konusu neoliberal programın sonuçlarının sadece büyüme hızının yavaşlamasından ibaret olmadığını, var olan büyümenin çarpık niteliklerinin ve dayandığı sermaye birikim modelinin doğurmakta olduğu yıkıcı sosyal sonuçlarını da anımsamamız gerekmektedir.
Aşağıdaki 3 no'lu tabloda Türkiye ekonomisinde üretici sektörlerin kriz boyunca sergilediği üretim ve istihdam görünümü sunulmaktadır.
Tablo 3
SEKTÖREL ÜRETİM ve İSTİHDAM
2008 2009 2010
Sektörel Reel Üretim (katma değer) (sabit 1988 fiy. Milyon TL)
Tarım 9,434 9,769 9,928
Sanayi 27,212 25,333 28,594
İnşaat 6,041 5,067 5,935
Hizmetler 59,236 56,835 61,224
Sektörel İstihdam (bin kişi)
Tarım 5,016 5,240 5,683
Sanayi 4,441 4,079 4,496
İnşaat 1,241 1,306 1,431
Hizmetler 10,495 10,650 10,986
Kaynak:TÜİK Hanehalkı İşgücü İstatistikleri
Türkiye ekonomisi krizin başlangıç yılı olan 2008'e görece, 2010 sonunda, birikimli olarak yüzde 3.7 büyüme kaydetmiştir. Bu dönemde sanayi sektöründe toplam büyüme yüzde 5.1; tarımda 5.2; hizmetlerde ise yüzde 3.4 olarak gerçekleşmiştir. Bu gelişmeler sonucunda 2010'da toplam istihdam, 2008'e görece 1 milyon 400 bin kişi artış göstermiştir.
Ancak, istihdamın sektörel dağılımına baktığımızda üretim performansının işgücü piyasalarındaki güdüklüğü ve izlenmekte olan dışa bağımlı sermaye birikim modelinin çarpıklığı tüm çıplaklığıyla önümüzde durmaktadır.
2008 - 2010 arasında sanayi sektörlerindeki istihdam artışı sadece 55 bin kişidir. Bu dönemde tarımsal istihdam artışının toplam 667 bin; hizmetler sektöründeki artışın ise 401 bin olduğunu görmekteyiz. Her iki sektörde de işgücü koşullarının son derece parçalanmış ve güvencesiz olduğunu; örgütsüzlüğün ve enformalleşmenin yoğun olduğunu bilmekteyiz. Nitekim TÜİK verileri, örneğin 2010 boyunca tarım sektöründe "istihdam edilen" toplam 5 milyon 683 bin çalışanın, 4 milyon 857 binin herhangi bir sosyal güvenceden yoksun, kayıt dışı olarak çalışmakta olduğunu (toplamın yüzde 85'i!) belirtmektedir. Söz konusu dönemde istihdam artışının 190 bin kişisini barındıran inşaat sektöründeki acımasız sömürü koşulları ise sektörün acı bir gerçeğidir.
Dolayısıyla, Türkiye ekonomisinin 2010 performansı ne mucize bir büyüme; ne de sosyal açıdan kabul edilebilir bir istihdam sürecini yansıtmaktadır. Türkiye ekonomisi 1980'li yıllardan bu yana adım adım geliştirilen neoliberal projenin uluslararası yeni işbölümüne koşut olarak, sanayisinde dışa bağımlı, işgücü piyasalarında ise parçalanmış, enformalleştirilmiş ve kayıt dışılığa itilmiş istihdam biçimleriyle küresel ekonominin bir ucuz emek ve finansal kumarhane merkezi olmaya itilmiştir.
2010'un ve 2011'in "mucize" büyüme öykülerindeki cilalı maskenin ardındaki gerçekler son derece yalın ve nettir. Rekor büyüme söylemlerinin ardında insan onuruna yakışır iş koşullarından uzak, piyasanın acımasız sömürüsüne açık, esnekleştirilmiş bir emek ordusu; ve sanayi yapısı parçalanmış, dışa bağımlı olarak taşeronlaştırılmış çarpık bir ekonomi modeli yatmaktadır.