Prof.Dr.Erinç Yeldan

Büyük durgunluk ve Türk ekonomisine etkileri: üç gözlem, üç yanlış

Türkiye Maden İş Sendikası -

2007'de Amerikan konut piyasasında patlak veren, 2008'de de gerek ülkemizi gerekse tüm küresel ekonomiyi etkisi altına alan küresel kriz 2010'un ikinci çeyreğinde yepyeni bir görünüm almış gözüküyor. Beklenen toparlanma ve ekonomik canlanmanın gecikmesi; işsizliğin süregelmesi; işsizlik baskısıyla birlikte çalışanların ücretlerinde ve çalışma koşullarında yaşanan gerilemeler; daralmaya devam eden dünya ticaret hacmi, vb vb... bütün bunlar bu görünümün bir parçası. Kısacası küresel kriz şimdi uzun süreli bir durgunluk olarak yaşanmakta.

Krizin bu özelliklerinden dolayı artık yeni bir tanımlama ile anılması gündemde: büyük durgunluk (ya da piyasa oyuncularının teknik tabirleriyle, büyük resesyon!).

Büyük durgunluk süresince küresel ekonominin inişli çıkışlı zigzaglarla boğuşacağı ve toparlanma boyunca çalışanların ve orta sınıfların gelirlerinde büyük tırpanlamalara neden olacağı açıkça görülüyor. Peki neden böyle? Bu krizi diğerlerinden farklı kılan ve dolayısıyla krizin etkilerinden çıkışı gciktiren unsurlar nelerdi?

Yeni Nesil Kriz: Büyük Durgunluk
Uluslararası iktisat öğrencileri ekonomik krizlerin sınıflamasını yaparken kabaca iki gruptan söz ederler. Birinci nesil krizler kamu sektörünün aşırı harcama içine girmesi ve bütçe açıklarını merkez bankası kaynaklarından para basarak karşılaması sonucu ortaya çıkmış ve çoğunlukla 1970'li yıllarda görülmüştür. İkinci nesil krizler ise finans kesiminin eksik denetimi altında özel finans kuruluşlarının (bankaların) aşırı risk taşıması sonucunda bilançolarının aniden bozulması neticesinde ortaya çıkmıştır. Bankacılık kesiminin açık pozisyonlarının artmasıyla birlişkte finansal kırılganlıklar da derinleşmiştir. Bunun sonucunda döviz kurunun birden bire pahalılaşması bankaları ödeme güçlüğü içine sokmuş ve bu ekonomiler bir likidite ve döviz krizine sürüklenmişlerdir. 1994 Meksika, 1997 Asya, 2001 Türkiye ve Arjantin bu tür krizlere örnek gösterilmektedir.

Oysa 2007'de oluşmaya başlayan kriz finansal şirketler, bankalar, ya da hükümetlerin verdikleri bütçe açıklarından değil, doğrudan doğruya reel ekonominin-yani tarım ve sanayi gibi üretken sektörlerin içine sürüklendiği birikim krizinden kaynaklanmıştır. Yani kısacası, 2007 sonrası kriz, doğrudan doğruya reel ekonominin krizidir. Bu tür bir kriz olgusu yukarıda saydığımız iki kriz tipolojisinden farklı olarak, gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde doğrudan reel sektörden kaynaklanan bir üçüncü nesil kriz biçiminin yapısal koşullarının oluşduğu gözlenmektedir. Türkiye?nin de aralarında bulunduğu yüksek cari açık veren ve yüksek dış borç taşıyan ülkelerin böylesi bir tarihsel dönemeçten geçmekte olduğu görülmektedir.

Krize Giden Yol?
Şimdi 2007'ye değin küresel ekonomiye yön veren ülkelerin durumlarını bir kez daha anımsayalım. 2000-sonrası dünya ekonomisini yönlendiren ana unsurlardan birincisi ABD'nin vermekte olduğu muazzam ölçekli dış açık idi. Amerikan ekonomisi artık "sanayi-sonrası yüksek teknolojili finansal hizmet üreticisi" olarak kendini tanımlamakta ve üretim açığını başta Çin olmak üzere Asya'nın ve Latin Amerika'nın ucuz işgücü depolarından kaynaklanan ithalat ile kapatmaktaydı. ABD'nin ulusal gelirine oran olarak yüzde 6'ya ulaşmış olan dış açığı ise Amerikan doları ve Amerikan finansal sisteminin "ürettiği" finansal varlıklar ile karşılanmaktaydı.

Bir "tüketim" ve "finansal üretim" cennetine dönüştürülmüş olan Amerikan ekonomisine ilişkin en çarpıcı gözlem ise Amerikan halkının tasarruf oranında gözlenen çarpıcı gerilemeydi. 1980'lerin başında yüzde 10 düzeyinde olan özel tasarruf oranı, sürekli gerileyerek 2005'te yüzde 0'a (yanlış okumadınız sıfır) değin gerilemiş idi. Amerikan halkı maaş ve ücretlerindeki gerilemeyi borçlanma yoluyla telafi ediyor; ucuz ithal ürünler Amerika'nın mega-alışveriş merkezlerini süslüyordu. Amerikan finans sisteminin yarattığı ucuz kredi ve ucuz finansman araçları bu sistemin ana dayanağı idi.

Amerika'nın başını çektiği bu süreç diğer gelişmiş/sanayileşmiş ülkelerde de yaygınlaşmakta idi. Aşağıdaki 1 no'lu grafikten de görüleceği üzere İngiltere'de de Amerika'deki gibi özel tasarruf oranlarında büyük çaplı gerilemeler yaşanmış ve "finansal borç" senetlerine dayalı bir genişleme sürecine girilmişti.

Şekil 1


Başta ABD olmak üzere gelişmiş finans merkezlerinin üretmekte olduğu "kağıt"lar dünya ticaretinde ve dolayısıyla tüm küresel ekonominin üretme ve tüketme hacminde büyük bir ivmelenme yaratmaktaydı. Amerika'nın ithalat talebi tüm dünya ekonomileri için ihracata dayalı büyüme için büyük fırsat idi. Türk sanayisi de bu olanaktan yararlanacak ve ucuz kredi hacminin sağladığı ithalat finansmanıyla birlikte ihracatını hızla yükseltecektir.

Ancak 2007'ye gelindiğinde artık Amerikan ve İngiliz finansal sistemlerinin "üretmiş" oldukları "kağıtların" gerçekte çok da değerli olmadığı; aralarına bazı "vasıfsız" (sub-prime) nitelikli değersiz kağıtların da sıkıştırıldığı ortaya çıktı. Sonradan "toksik" sözcüğüyle betimlenecek olan bu varlıklar, küresel ekonomideki dengelerin ne kadar sağlıksız ve kırılgan olduğunu ispatlamaktaydı.

Şimdi başta Amerika olmak üzere tüm gelişmiş ülkeler finansal sistemlerini bu tür vasıfsız nitelikli finansal varlıklardan temizleme gayreti içindeler. Ancak bu çaba, doğal olarak, artık eskisi gibi bol ve ucuz finansal değer üretilemeyeceğini ve dolayısıyla tüm dünyada ucuz krediye ve borçlanmaya dayalı ticaret ve büyüme döneminin kapanmış olduğunu göstermektedir.

"Krizden çıkış", Amerika için düşük (hatta sıfır) tasarruflara dayalı, borç ekonomisinin yerini iç üretime dayalı ve finansal sistemin daha yakından denetlendiği ve dolayısıyla kredinin daha kıt ve pahalı olduğu bir süreci ifade edecektir. Bu süreçte Amerika'da tasarruf oranları yükselme eğilimine girecek ve Amerikan dış açığı küçültülecektir. Aksi takdirde "krizden çıkış" olanağı zaten mümkün olamazdı. Ancak, dünyanın hegemonik merkez ekonomisinde yaşanan bu gelişmeler doğrudan doğruya çevre ekonomilerde de yansımasını bulacak; ve dünya ticaret hacmi eskisine göre daha dar, finansman olanakları daha kıt ve pahalı olacaktır.

Dolayısıyla 2007'den bu yana aşırı dış borç içine sürüklenmiş bulunan şirketler ve hane halklarının finansal dengeleri hızla bozulmaya itilmiş ve reel sektörde önce küçük ve orta boy işletmelerden başlayan iflaslar, yan sanayilerin çökmesi ve yaygın işsizlik ile derinleşen bir reel sektör krizine dönüşmüştür. Reel sektörün intibak mekanizmaları, finans sektörüne görece daha yavaş ancak daha kalıcı ve derin olduğu için, bu tür bir kriz tetiklendiğinde krizin biçimi, söz gelimi 2001'de olduğu gibi ani bir çöküş biçiminde değil, zamana yayılmış uzun süreli bir durgunluk şeklinde tezahür etmektedir. Krizin durgunluk biçiminde uzun süreye yayılmasının ana nedeni burada yatmaktadır.

Büyük Durgunluğun Türk Ekonomisine Etkileri
Yukarıdaki satırlarda da değindiğimiz üzere, Türkiye'nin 2007'nin küresel krizinden etkileniş biçiminin daha önceki krizlerden farklı yaşadığını düşünmekteyiz. Türkiye'nin küresel krizi bankacılık sistemi üzerinden değil, finans dışı şirketlerin üretim, ithalat finansmanı ve işsizlik sorunları aracılığıyla yaşanmaktadır. Zira 2003 sonrası dönemde Türkiye'nin uluslarası ekonomiyle olan ilişkilerinin ana aktörleri "bankacılık kesimi"nden ziyade, "reel üretici şirketler ve hanehalkları" olmuştur. Bu süreç içerisinde finans-dışı şirketlerin ve hanehalklarının dış borçlarının hızla artmakta oluşu; ve bu kesimlerin ekonomik faaliyetlerini sürdürebilmek için aşırı derecede ithalat ve dış borçlanma bağımlılığı içine sürüklenmesi, ulusal ekonomik dengelerde önemli bir kırılganlık kaynağı oluşturmuştu.

Nitekim, kriz öncesi ve kriz boyunca Türkiye'de ekonomi idaresinin üç temel yanlış uygulamaya yöneldiği kanısındayım. Bunlardan birincisi 2003 sonrasında Türkiye'nin spekülatif yabancı sermaye girişlerine karşı savunmasız kalması ve sıcak para sermayesini iyi yönetememesidir. Türkiye 2001 krizi sonrasında uluslararası piyasalardan kaynaklanan muazzam çaplı bir finansal genişleme ve ucuz kredi olanağına kavuştu. Giderek artan dış açıklar (cari işlemler açıkları) önce yüksek faizlerin cazibesiyle Türkiye'ye akmakta olan sıcak parayla, daha sonraları ise şirket birleşmeleri ve özelleştirmeler ile elde edilen doğrudan yatırım finansmanıyla karşılanmaya çalışıldı. Söz konusu dönemde Türkiye dış borçluluğunu hızla yükseltti. 2003 başında 129.6 milyar dolar olan toplam dış borç stoku, 2008'in Eylül ayı itibariyle 289.3 milyar dolara yükseldi. 5.5 sene gibi bir sürede biriktirilmiş olan 159.8 milyar dolarlık net yeni dış borcun ana kaynağı ise özel sektörün borçlanmasıydı.

Özel sektör içerisinde de finans dışı şirketler kesiminin bu borçlanma temposunun öncüsü olduğu görülmektedir. Finans dış özel şirketler kesiminin 2003 başında 32.8 milyar dolar olan dış borç stoku, 2008 Eylül'ünde 126.2 milyar dolara yükselmiş ve dış borçlanmadaki toplam artışın üçte ikisini oluşturmuştur. Dolayısıyla, küresel finans piyasalarındaki daralmanın Türkiye'de öncelikle yüksek ölçüde dış borç biriktirmiş olan ve dış borçlarını çevirmek zorunda bulunan finans dışı reel şirket kesimini etkilemesi beklenmeliydi. Bilançolarında yüksek oranlı döviz borcu bulunan şirketlerin yükselen kredi maliyetleri ve döviz kurundaki pahalılanmadan olumsuz etkileneceği açıktır.

Krizin idaresinde gözlenen ikinci temel yanlışlık krizin Türkiye'yi çok etkilemeyeceği, olsa olsa teğet geçeceği şeklindeki beklentilerdi. Önceleri "piyasaların moralini bozmamak" üzere tasarlanmış olduğu izlenimi veren bu yaklaşım, ne yazık ki 2008'in geri kalan aylarında ve tüm 2009 boyunca Türkiye ekonomisinin krizin dalgalarına karşı savunmasız ve başı boş bırakılması anlamına dönüştü.

Verilerin yakından incelenmesi krizin gerçek etkilerinin hiç de umulduğu gibi olmadığını gösterdi. Örneğin sanayi sektörü üretim krizin Türkiye'ye ulaştığı Ekim 2008'den başlayarak 6 ay içerisinde yüzde 40 geriledi. Sanayi sektöründeki istihdam 450 bin kiş azaldı; ücretlerde hızlı gerilemeler yaşandı.

Aşağıdaki 2 no'lu şekil bu olguları özetlemekte. Sanayi sektörünün 2006'dan beri gelişimine bakalım. Bu gelişimin üzerine Ekim 2008'den sonra kesik kesik çizgiyle bir hayali ekleme yapalım. Bu kesikli çizgi "teğet" dediğimiz değerler olacaktır. Ne yazık ki küresel kriz Türk sanayisini hiç de teğet geçmemiş, aşağıya doğru sert bir ivmelenmeyle derin bir daralma içine itmiştir.

Şekil 2


Bu görüşü savunan kesimler, bir yandan da olası bir IMF anlaşmasının Türkiye için tek çıkar yol olacağı savında birleşmekteydi. IMF'den gelecek krediler aracılığıyla Türkiye zaman kazanacak, dünyada kriz konjonktürünün aşılmasıyla birlikte 2003 sonrasının "Lale devrine" geri dönülecekti. Ancak 2008'in güz aylarında yaşananlar bu görüşün yanlışlığını ortaya dökmeye yetti.

Zira, Türkiye 1980'den başlayarak, fakat özellikle 2003 sonrasında hızlanarak ulusal sanayide ithalat bağımlılığının hızla arttığı bir süreç yaşamaktaydı. Bu sürece koşut olarak yerli sanayilerin yatay ve dikey bağlantıları kopartılırken, "yerli" aramalı sanayileri, "ithal" sanayilerle ikame edilmekteydi. Sanayi üretimi giderek ithalatın sürdürülebilmesine; ithalatın finansmanı ise uluslararası finans kapitalin kaprislerine ve emperyalist sistemin bölgemizdeki stratejik yeni işbölümü hesaplarına terk edilmiş durumdaydı.

Aşağıdaki 3 no'lu şekilde bu süreç çok net olarak betimlenmektedir. Sanayi üretim endeksi çizgi boyunca sağ, ithalat düzeyi de kutucuklar olarak sol eksende yer alıyor. Sanayi üretiminin ithalat bağımlılığı gerek kriz ayları boyunca, gerekse "toparlanma" diye anılan süreç içerisinde yorum yapmaya gerek bırakmayacak kadar açık: Türk sanayi, ithalatını finanse edebildiği sürece büyüyen, ithalatını finanse edecek fonları elde edemeyince de daralan bir görünüm çizmektedir. Kısacası, Türk sanayi dış finansmana bağımlı bir konumdadır.

Şekil 3

Kaynak: TÜİK.

Sanayi kesiminin kriz-sonrası evrimi şiddetli daralma-genişleme çevrimleri sergilemekte ve krizin etkilerinin ne denli sarsıcı ve uzun süreli olabileceğini vurgulamaktadır.

Dolayısıyla, Türkiye uluslararası finansal kumarhane masasında yüksek faiz getirisi sunan ve "sağlıklı" olduğu ifade edilen bankacılık sistemiyle bir "yükselen piyasa ekonomisi" olarak pazarlanırken, ulusal sanayinin dışa bağımlılığı derinleşiyor, dış ticaret açığı şiddetleniyor; ve işsizlik kronikleşiyordu. Küresel kriz Türkiye'nin bu tür sahte sanayileşme ve spekülatif büyüme unsurlarının açığa çıkmasına yol açmıştı.

Bu son gözlem ekonomi idaresinin kriz süresindeki üçüncü hatasını gündemimize getirmektedir. Türkiye ekonomisi 2010 yılının ilk çeyreğinde yüzde 11.7 oranında genişleme göstermişti. Söz konusu performans resmi çevrelerde bir bayram havası ile karşılandı ve rekor olarak nitelendirildi. Bu performans üzerine yapılan yorumlar, büyümenin aslında 2009'un eşdeğer döneminde yine rekor kırarak daralmış bir ekonominin ardından gelen baz etkisine dayalı olduğunu ve Türkiye'nin kriz öncesine görece henüz net bir büyüme içerisinde olmadığını vurguladılar.

Teknik değerlendirmeler bir yana, 2010'un büyüme performansının ardında yatan gerçek çok açıktır: Türkiye ekonomisi büyümesini yeniden dış açık (cari işlemler açığı) veren; ve söz konusu dış açıkları da spekülatif nitelikleri ağır basan ve dış borçlanmaya dayalı sıcak para girişleri aracılığıyla finanse etmektedir.

Bu süreçte cari işlemler açığı finanse edilebildiği ölçüde ekonomi büyüme konjonktürü içinde kalacak, ancak finansmanın yönü değiştiğinde tekrar aşağı doğru dalgalanma tehdidi devam edecektir. Nitekim Türkiye ekonomisinin yakın geçmişi büyümenin, cari açığın finansmanına ne kadar duyarlı olduğunu vurgulamaktadır. Aşağıdaki 4 no'lu Şekil bu tespiti yakından doğrulamaktadır.

Şekil 4

Kaynak: TC Merkez Bankası, veri dağıtım sistemi.

Şekilde sol eksende cari açığın finansman kalemleri olan sermaye hareketleri ve net hata ve noksan girişleri; sağ eksende de büyüme hızı yer almaktadır. Krizin hemen öncesi 2007'den, son veri dönemi 2010'un birinci çeyreği sonuna değin gösterilen veriler, ekonomideki yavaşlama, kriz ve sonrasının finansal sermaye akımlarınca nasıl doğrudan belirlenmekte olduğunu açık olarak belgelemektedir.

Gerçekten de Türkiye ekonomisinin yakın dönem tarihi bu tür spekülatif büyüme "kriz" spekülatif büyüme iniş çıkışlarıyla bezenmiştir. Iktisat yazınında spekülatif büyüme diye adlandırılan yukarıdaki süreç Türkiye ekonomisinde hormonlu büyüme, veya istihdamsız büyüme sıfatlarıyla da betimlenmiş idi. "Spekülatif-yönlü büyüme" kavramı ile kastedilen, yükselen piyasa ekonomisi diye adlandırılan ülkelerde özendirilen yoğun finansal sermaye girişlerine dayalı büyüme olgusudur. Türkiye'de finansal sermaye girişleri çoğunlukla yüksek faiz aracılığıyla cezbediliyor ve kısa vadeli finansal sermaye (sıcak para) girişlerinin yarattığı döviz bolluğu sayesinde ithalat hacmi genişletiliyordu. Ancak yaratılan bu finansman biçimi, özü itibariyle kısa vadeli sıcak para girişlerine dayanmakta olduğundan kalıcı bir finansman olanağından ziyade, uluslararası finans şebekesinin spekülatif dürtülerine, deyim yerindeyse, "kaprislerine" bağımlı kalıyordu. En küçük bir tedirginlik anında yönünü değiştirmekten çekinmeyen bu tür finans akımları gittikleri ülkede güvensiz ve istikrarsız bir büyüme yaratıyor; ve çoğunlukla şiddetli bir krizin ön habercisi oluyorlardı.

Dahası, bu tür büyüme tüketimi kamçılayarak ulusal tasarrufları geriletiyor ve dış açığı körüklüyordu. Dış açığın (cari işlemler açığının) finansmanı çoğunlukla dış borçlanmayı arttırıcı nitelikler sergiliyor ve üretimin dışa bağımlılığının artmasına neden oluyordu. Giderek dışa bağımlı hale dönüşen bu sahte cennet, bir yandan da içeride istihdamın gerilemesi ve kaybedilen rekabet avantajının telafi edilebilmesi için daha düşük ücretler ve daha kalitesizleştirilmiş, güvencesizleştirilmiş bir işgücü piyasasının oluşmasına yol açıyordu.

Bu gözlemler altında Türkiye'nin küresel krizden sağlıklı bir ekonomi olarak çıkma koşulları çok açık ve nettir: Türkiye ekonomi idaresi acilen ulusal sanayinin ithalata bağımlılığını geriletecek ve yerli sanayilerin teknolojik girdi-çıktı bağlantılarını güçlendirecek tedbirleri uygulamaya koymalı ve ulusal finans piyasalarının uluslararası finans akımlarının spekülatif saldırılarına karşı korunmasını sağlayacak "düzenleyici" adımları atmalıdır.