Prof.Dr.İzzettin Önder

Kriz ertesinde Türkiye ve IMF

Türkiye Maden İş Sendikası -

Niçin Böyle Bir başlık
Türkiye, ilk tanışma tarihi olan 1958'den beri, defalarca IMF ile anlaşma yapmış, ancak çeşitli nedenlerden dolayı, hemen hiç birini tam olarak uygulamamıştır. 2000 yılında yaşanan derin kriz sonrasında IMF ile yapılmış olan 17. stand-by ise fevkalade sadıkane bir biçimde uygulanmış ve böylece, maalesef, dünya emperyalizminin ve onun avukatı konumundaki IMF'nin tüm istekleri gerçekleştirilmiştir. Krizin derin çöküntüsünün yarattığı hüsran ve krizden çıkış arzuları yanında, özellikle de 2002 yılında işbaşına gelmiş olan AKP yönetiminin küreselleşme ile uyumlu emperyalist sermayeci tavrı IMF'nin son programlarının sadıkane uygulanmasına olanak sağlamıştır. IMF ve emperyalizmin programı ile iç sermayenin amaçlarının örtüştüğü alanı, kârların yükseltilebilmesi için, bir yandan kamu harcamalarının kısılması, diğer yandan da emek üzerindeki baskının yoğunlaştırılması hedefleri oluşturmaktadır. Öyle ki, genel bütçede artış talebinde bulunanlara verilen yanıt "IMF izin vermiyor" olduğu gibi, özel kesimde eleman çıkartma ve ücretlerin baskılanmasında da yine sorumlular olarak kriz ve IMF'nin tercihleri (sopası) gösteriliyordu. Böylece, sermaye ve hükümet çevreleri, emek cephesine karşı aldıkları şiddetli ve haksız önlemlere güçlü bir kalkan bulmuş oluyordu. Şu hale göre, 2000 yılına dek IMF ile yapılmış olan tüm anlaşmalar oldukça savsaklanmış olduğu halde, 2000 ve onu izleyen dönemde, stand-by görüşme ve anlaşmaları ciddî bir uygulama alanı bulmuş oluyordu. Bu değişiklikte, yaşanan derin krizin etkisi kadar, Türkiye'nin emperyalizme geçmişte olduğundan çok daha derin bağlarla bağlanmış olması yanında, içeride de demokrasi kanal ve araçlarının yetersizliği büyük rol oynamıştır. Ancak, yaşanan son küresel krize rağmen, Türkiye?nin IMF ile son dönemde yeni bir anlaşma arzusu sergilememesi ilginçtir.

Türkiye-IMF İlişkisinde Yeni Bir Dönem mi?
Ekonomide ciddî bir çöküş yaşanmış olduğu 2000 ve sonrasında IMF programlarına bu denli sadık kalındığı halde, içinden geçtiğimiz son küresel krize ve krizin Türkiye üzerindeki tahribatına rağmen niçin ve nasıl oluyor da IMF ile anlaşmaya yanaşılmıyor ve IMF yetkilileri de bu duruma onay veriyor? Gerçekten 2008 ve onu izleyen dönemde çok şiddetli bir küresel kriz yaşandı ve bu kriz Türkiye'yi de oldukça derinden etkiledi. Milli gelirin gerilemesi, gelir dağılımının bozulması, halkın bir bölümünün yoksulluk sınırına itilmesi vs gibi göstergeler krizin ekonomiyi şiddetle vurduğunun delilleridir. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, 2009 yılı Nisan ayında Başbakan ile IMF Başkanının görüşmesinde anlaşma yolu açıldığı görüntüsü alınmış olmasına rağmen, Mart 2010 tarihinde böyle bir anlaşma yapılmayacağı anlaşıldı. Krizin olumsuz etkilerine rağmen niçin böyle bir anlaşma yapılmayacağı şu noktalarda toplanabilir. Bir defa, hemen tüm dünya ekonomileri ekonomik durgunluğa sürüklenmişken, Türkiye'de yatırımların gerilemesi ve zaten var olan yapısal işsizliğe ek olarak yükselen işsizlik IMF'nin ve hükümetin fazla dikkate aldığı konular olmaktan uzaktı. IMF için önemli olan Türkiye'nin dış borçlarını öder durumda olması ve bunun için kemer sıkma politikası uygulaması; hükümet için ise, döviz ihtiyacında bir sıkıntıya girilmemesi idi. 2008 yılında ekonomiye döviz girişi ciddî olarak aksadı, ancak, aşağıda da anlatılacağı üzere, bu aksama kısa sürede toparlandı ve gerek IMF gerekse hükümet açılarından sorun çözülmüş oldu. Bunun ötesinde hükümet, IMF direktifleri doğrultusunda "orta-vadeli program" yaptığından, IMF direktifleri dolaylı yoldan da olsa, uygulama alanı bulmuş oluyordu. Bu itibarla, hükümet açısından artık IMF ile doğrudan bir stand-by yapmaya gerek görülmediği gibi; IMF açısından da dünya emperyalizminin çıkarları doğrultusunda Türkiye'ye müdahale gereği yoktu. Hükümet IMF ile yeni anlaşma yoluna gitmemesinde, Türkiye'nin dış dünyada itibarının daha da artacağı ve döviz girişinin hızlanacağı da düşünülmüş idi. Siyasî olarak da, IMF ile anlaşma yapma zorunda olmamak, AKP hükümetine iç siyasette büyük avantaj sağlayacak ve gelecek seçimlerde, "devraldığımız IMF destekli ekonomiyi IMF'ye muhtaç olmayacak konuma getirdik" sloganının kullanılmasına olanak sağlayacaktı.

Kriz Türkiye'yi Nasıl Etkiledi
Her ne kadar hükümet yetkilileri krizin Türkiye'ye teğet geçtiği iddiasında buludularsa da, milli geliri temel gösterge olarak aldığımızda, 2009 yılında büyüme hızı düşmüş ve milli gelirin % 5 dolayında gerilemiş olduğunu görürüz. Yâni, cebinde 100 lirası olanın 5 lirası yok oldu. 2008 yılında kişi başına gelir düzeyi 10436 dolar olduğu halde, bu rakam 2009 yılında 8590 dolara geriledi. Ancak, bu hesabın herkes için aynı şekilde gerçekleştiğini düşünemeyiz. Zira, bu arada işini kaybedenlerin cebindeki tüm para yok oldu. Gerekli ücret zammı almayanların cebindeki 100 liradan belki 10 lira, belki de daha fazla miktar yok olmuş oldu. Bunun nedeni gelir dağılımının hızla yoksul ve emekçi kesim aleyhine değişmiş olmasıdır. Nitekim, patronlar, maliyetleri kısmak için eleman çıkartarak kârlarını korumaya, belki de yükseltmeye çalışırken, işsiz kalanlar yoksulluk havuzuna atılmış oldu. İşsizlik rakamları, tüm gizleme çabalarına rağmen, hızla büyüdü. 2008 ve 2009 yıllarında işsizlik oranları, resmi verilere göre, sırasıyla, % 11 ve % 14 olarak görüldüğü halde, gerçek oranlar bunun çok üzerinde seyrediyor, aynı yıllarda % 18 ve % 21 oran değerlerini gösteriyordu. İşsizlik oranlarında böylesi hızlı yükselişin nedenleri, bir yandan yatırımların durmuş olması ve işleyen işletmelerde kapasite kullanım oranlarının gerilemesi ve yoğun işçi çıkartmalarıdır. Türkiye'deki işszilik sorununun çok büyük bir nedenini de özelleştirmeler ve tarımda yaşanan yoksullaşma oluşturmaktadır.

Milli gelirin gerilemesi ve işsizliğin yükselmesi, bir yandan dünya krizinin etkisinde dış talebin ve buna bağlı olarak ihracatın gerilemesine, diğer yandan da krizin yarattığı etki ve çöküş nedeni ile iç talebin ve piyasaların daralmasına bağlıdır. Ekonominin itici gücünü oluşturan sıcak para girişlerinin ciddî olarak gerilemesi de iç ekonomik faaliyetlerin daralmasında önemli bir etken olmuştur. Kriz nedeniyle sıcak para girişinin gerilemesi yanında, ihracatın da gerilemesi döviz ihtiyacı açısından önemli olmaya başladı. Ekonominin dinamiğini sıcak para girişlerinin oluşturması ise, bazı parıltılarla halkın gözünün boyanıyor olması yanında, ekonominin nasıl bir riskli ve kaygan zeminde götürüldüğünün ve bu durumun çok büyük bir hata ve ekonomi üzerinde tehdit edici bir unsur oluşturduğunun kanıtıdır.

Bankalarımızı Niçin Fazla Çökmedi
2008 Krizi tüm dünyada "finansal kriz" olarak anıldı, çünkü, başta ABD olmak üzere, AB ülkelerinde ve çoğu gelişmiş ekonomilerde finans kesimi ciddî olarak çöktü. Türkiye'de ise, finansal işlemler ve bankacılık alanı böyle bir çöküş yaşamadı. Kriz sonrasında hükümetin IMF ile stand-by yapmaya yanaşmamasında önemli rol oynayan bankalar ve finans alanındaki bu şaşırtıcı sonuç, bankalarımızın ve finansal sektörün henüz ileri ülkeler bankaları ve finans sektörü kadar gelişmemiş ve küresel sisteme eklemlenmemiş olmasına bağlı olup, hükümet çevrelerinin ifade ettiği gibi, bankalarımızın güçlü ve sermaye yapılarının yeterli olmasından kaynaklanmamaktadır. Son küresel krizin gerçek nedenlerini bir tarafa bırakacak olursak, görüntüde ABD'deki ipotek boçlularının acze düşmesi sonucunda finansal kesimin zincirleme çöküşe sürüklendiği görülür. Bu süreç şöyle çalışmıştır. ABD'de bir kredi kurumunun verdiği ipotekli borç, finans sisteminde kurulan mekanizma ile başka bir finans kurumuna satılarak (veya kırdırılarak) ipotek alacağı ikinci kuruma aktarılmaktadır. Bu süreç bir dizi kuruma yaygınlaştırılmış idi. Bu yolla, kredi havuzunun genişlediği ve daha çok talebe cevap verilebildiği düşünülmüş idi. Ancak, bir ipotek borçlusunun borcunu ödeyememesi durumunda, bu borcun aktarıldığı tüm finans kurumları zora sokulmuş oluyordu. ABD finans kurumları AB ülkeleri bankaları ile de yakın temas içinde bulunduğundan dolayı, ABD'de cereyan eden deprem Avrupa bankalarına da yansımış oldu. Türkiye'de ise ipotek (mortgage) ve bankalar arası kredi işlemlerinin ileri ülkelerdeki kadar yaygın olmaması ve Türk bankalarının ABD ve AB ülkeleri bankaları ile bu denli ileri düzeyde bağlantılı bulunmaması, finans kesimini son krizin dışında tutmuştur. Görülüyor ki, böylesi durum içte bankalar ve finansal kurumlar için bir gerilik oluştururken, aynı zamanda, bu kurumları da yaşanan küresel finansal krizden uzak tutmuş oldu.

IMF'nin Kriz Sonrası Genel Politikası
IMF'nin kriz sonrası politikasını dünya ekonomisi açısından ele aldığımızda, krizin yaygın olması ve kriz patlak verdiğinde ABD başta olmak üzere AB ülkeleri hükümetlerinin çok geniş ve kapsamlı malî destek programını devreye sokmaları neticesinde, IMF politikaları ve malî destek araçlarının ikinci planda kaldığını, hatta çoğu durumda IMF'nin hemen hiç devereye girmediğini görürüz. ABD kendi finanasal kuruluşları için birkaç kez kurtarma ve malî destek programlarını devreye soktu. ABD piyasaya o denli büyük miktarlarda para sürdü ki, bu kadar bol malî kaynakla ileriki dönemlerde önemli boyutta enflasyon yaşanabileceği kuşkusu ortaya çıktı. AB alanında ise, çok derin bir krize sürüklenmiş olan Yunanistan?ın yardımına da bütçesel desteklerle Almanya ve diğer AB ekonomileri koştu.

Ancak, krizin ilk etkileri atlatıldıktan sonra, Avrupa'da yapılmış olan G-20 toplantısında IMF etkili bir rol üstlenerek, IMF destekli fonların gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerde ne şekilde kullanılması gerektiği konusunda çok önemli bir ilke kararına önayak oldu. Buna göre, gelişmiş ekonomiler teknoloji alanında gelişme desteği alacaklar, gelişmekte olan ülkeler ise küreselleşme politikaları içinde kalarak üretim yapacaklar ve dış açığa sürüklendiklerinde IMF'den kurtarıcı fon desteği alacaklardır. Bu projenin anlamı şudur ki; gelişmiş ekonomiler ile gelişmekte olan ekonomiler arasında teknoloji üretimi ve filli üretim süreçleri arasında bir tür işbölümü gerçekleşmiş olacak, teknoloji üretiminin oluşturduğu birinci aşama gelişmiş ekonomiler alanında kalacak, bunun uygulama ve üretime geçirilmesi anlamındaki ikinci safhada ise gelişmekte olan ekonomiler yer alacaktır. Nihaî ürünün değeri içinde aslan payı teknoloji üretimine gideceğinden, bundan sonraki dünyasal gelir bölüşümünde gelişmiş ülkelerin payı gelişmekte olan ekonomilerinkinden daha yüksek olacak demektir.

Türkiye Niçin IMF'nin Sıkı Denetimine Girmedi
Türkiye açısından meseleye bakacak olursak, Türkiye'nin küresel krizden etkilenme derecesi ve gördüğü hasar göreli olarak düşük olduğundan ve dünya emperyalizminin çıkarları açısından Türkiye'ye müdahale gerekli olmadığından, IMF'nin Türkiye'ye müdahalesi âcil ve ısrarlı olmamıştır. Zira, Dünya emperyalizminin çıkarları açısından bakıldığında, Türkiye'de finans kesimi hasar görmemiş ve faizler görece yüksek olduğundan, bu durum yabancı finansal yatırımcılar için elverişli bir finansal yatırım alanı oluşturuyor idi. Diğer bir deyişle, uluslararası emperyalist finans kapitalin çıkarları açısından IMF'nin Türkiye'ye müdaha etmesi için fazla bir neden yok idi. Hatta dünya finans çevreleri büyük hasar görmüş, buna karşın Türkiye'de finansal sektör görece daha sakin ve faizler yüksek olduğundan, Türkiye finansal sömürü açısından elverişli görülüyordu. Üstelik, kriz nedeniyle hükümetin zora gireceği bütçe dengesi bakımından, özelleştirmeler yolu ile gelir elde etme konusu da emperyalistler için olağanüstü fırsat olarak değerlendirilmekte idi. Ancak, bizzat kriz nedeni ile ulusal kuruluşlarımıza dünya talebi daraldı ve özelleştirme gelirleri kriz döneminde geriledi. Bu duruma IMF'nin fazla yapabileceği bir şey yok idi. İç ekonomideki yoğun ve yükselen işsizlik IMF için bir sorun oluşturmadığı gibi, bu durum içte sermaye açısından işçi çıkartma ve ücretleri baskılamada önemli bir destek, hükümet açısından ise kriz bahane edilerek kötü ekonomik gidişatın üstü örtülmüş oluyordu. Bu itibarla, kriz gerek sermaye gerekse hükümet çevreleri için çok önemli bir kurtarıcı işlev görmemekte idi.

Krizin ve Kriz Sonrasının Emek Üzerindeki Etkileri
Önceki bölümlerde de açıklandığı üzere işsizlik Türkiye'nin kronik bir sorunudur ve bu sorunun, âcil ve uzun erimli önlem alınmadığı sürece, uzun süre devam edeceği açıktır. Nüfus artışı nüfusu gençleştirirken, eğitim alanındaki yetersizlikler bu yapıya gerekli niteliği kazandıramamaktadır. Bu nedenle, istihdam alanında önemli boyutta çarpıklıklar yaşanmaktadır; bir yanda önemli ölçüde işsiz ordusu, diğer yanda da bazı iş kolları veya alanları için gerekli eleman bulunmayışı! Bu sorun çok boyutludur ve sanayileşme stratejileri ile birlikte ele alınarak çözüme kavuşturulabilecek bir konudur.

İstihdam konusunun uzun dönemli olması ve nasıl çözülebileceği meselesi yanında, bu alandaki çelişkilerin ya da olanakların ne olduğunu başka bir yazıya bırakarak, burada konumuz olan Türkiye-IMF ilişkileri bağlamında krizin emek üzerindeki etkilerine gelecek olursak, bu meseleyi gerçek etkiler ve fırsatçılığın ortaya koyduğu etkiler olarak iki boyutta ele almanın yararlı olacağını düşünüyorum. Kriz esnasında dış talebin daralması doğal olarak ihracatımızı etkilerken bu alandaki işletmelerin küçülmeleri, kapasite kullanım oranlarını geriletmeleri, hatta bazılarının piyasadan çekilmesi söz konusu olmuştur. Piyasadan çekilen işletmelerin elemanlarının işsiz kaldığı bir gerçektir. İhracatın daralması sonucunda küçülen firmaların bir kısım elemana yol vermesi de işsizlik üzerinde olumsuz etki yapmıştır. Dış talebin daralması esnasında iç talebin de daralması durumu daha da vahimleştirmiştir. İşsizliğin yükselmesi yanında, krizin yarattığı panik iç talebin kısılmasına yol açarken, daralan dış talep iç talep ile kapatılamadığı gibi, milli gelirde büyüme hızının hızla gerilemesi sonucunu da doğurmuştur. Bu ve benzeri gerçek nedenle eleman çıkartmalarını krizin gerçek etkisi olarak tanımlayabiliriz. Ancak, bu bölümü tamamlamadan şu noktanın da altının vurgulanması gerekir ki, bazı firmaların daralan iç ve dış talep karşısında eleman çıkartılması yerine ücretsiz izin yoluna gitmiş olması olumlu olmuştur.

Kriz esnasında işsizlik yaratıcı gerçek nedenler yanında, maalesef, fırsatçılık nedeniyle oluşan işsizlik boyutu da gündeme gelmiştir. Bir kere, krizi bahane eden sermaye kesimi, maliyet tasarrufu alanında ilk baskıladığı alan emekçi payı olmuştur. Emekçi payının baskılanması, emekçi ihracı ve ücret baskılanması şeklinde gerçekleştirilmiştir. Üst düzey emekçilerin yüksek ücretleri baskılanarak, emekçi havuzunun geriletilmesi yoluna gidildiği işletmeler olmuş olabilir, ancak bunların sayısının çok yüksek olduğu kanaatinde değilim. Böyle bir kanaat edinmemin nedeni, farklı düzeydeki emekçilerin patrona karşı ve kendi aralarındaki güç farklarıdır. Sermaye mülkiyetinden, planlama, yönetim, ustabaşılığı ve fiili üretim aşamalarına doğru gidildikçe, farklı kademelerdeki emekçilerin patrona karşı gücü gerilemektedir. Bu koşulda, patronun krizin yarattığı ortamı bahane ederek yapacağı fırsatçılıkta en yoğun vurucu darbeyi patrondan en uzak emekçi almak durumunda olur.

İşsizliğe yol açan gerçek etkiler ve fırsatçı davranışlar, sonuç olarak, emeğin iş olanaklarını sınırlamakta, istihdam biçimini kuralsızlaştırarak esnek istihdamı gündeme getirmekte ve en vahimi de, işsizliği doğal olgu olarak topluma dayatmaktadır.

Emekçilerin Hak ve Özgürlük Mücadele Stratejisi Nasıl Olabilir
Bir yandan iç sermayenin ve dünya emperyalizminin yarattığı iç baskının, diğer yandan da yaşanan krizlerin oluşturduğu olumsuz ortamın emekçiler üzerinde çok yoğun bir baskı oluşturduğu ortadadır. Üretimin küresel düzlemde örgütlenmesi ve esnek istihdam sürecinin dayatıldığı günümüz koşullarında örgütlenmek ve mücadele etme koşullarının ortadan kalkması bir yana, nerede ise emekçinin can düşmanının diğer emekçi olduğu duruma doğru sürükleniyoruz. Bu acı tablo, sistemi tehlikeye sokmadığı sürece, sermayenin ve emperyalizmin ne denli işine yarıyorsa, emekçinin mücadele gücünü de o denli bitirmektedir. Son TEKEL direnişi, çaresizlik içindeki bireyleri bir araya getirirken, emeğin ne denli örgütsüzleştiğini ya da örgütün ne denli emekten uzaklaşmış olduğunu açıkça sergilemiştir. Kısacası, tablo hiç de iç açıcı olmadığı gibi, tam tersine, fevkalade iç karartıcıdır. Bu konu ne bu yazının ana çerçesi, ne de benim ihtisasas alanım içindedir. O nedenle, konunya, örgütlenme, direnme vb gibi çok çeşitli yönlerden girecek değilim. Ancak; emekçi dostlara bir soru sormadan edemiyorum. Emek bu denli ezilirken, siyasal örgütler emekçileri bu denli terk edip, sermayenin hizmetine koşarken, emekçilerin elindeki en büyük koz olan üretim gücü neden kullanılmaz; veya daha kolay ve tehlikesiz olan siyasal oy mekanizmasında niçin daha basiretli davranılmaz; ya da sermayenin medyası, halkı uyuşturan TV ve basılı medya mutlak olarak neden boykut edilmez ya da edilemez, bir türlü anlayamıyorum! Emekçilerin ellerini kollarını bağlayan nedir; neden korkulmaktadır! Emekçiler, karar ve davranışları ile sermaye cephesine ürküntü ve mesaj vermek durumundadır. Artık emekçiler düzen partilerinin ne işe yaradığını, kendilerini nasıl kandırıp, tüm güçleri ile sermayeye destek verdiklerini görmelidir.